9 Temmuz 2022 Cumartesi

Osmanlı aruz

burada kağıta bakarak okuduğunuz ve "mısra"lar olarak nitelediğiniz, anlaşılan Osmanlıca "şiir"dir. Peki bunun kafiyesi, redifi, ölçüsü nerede? Bir aruz uzmanı olarak bir türlü bunun ölçüsünü, tefilesini çıkaramadım. Şiir ezberden okunarak oraya toplanmış o denli kalabalığı coşturmalıdır, mimiklerini değiştirmeli, böylece şiir olduğu belli olmalı ve şiirin ölçüsü içinde dans eden sözcükler dinleyicinin duygu ve düşlerini devindirmeli, haz yaşatmalı. Ezber okunan şiiri açıklamak kendiliğinden tevilcinin düşünce bulaklarının gözünü açar. Eski çağların beyinlerinde dolaşan düşlerle, anlayışlarla nasıl iletişime geçebiliriz? Bunun biricik yolu dil değil midir. Çağlar ve beyinler arası ilişkiler dil yoluyla kurulmuyor mu? Dilin güzellik çağrıştıran estetik katmanları aracılığıyla. Bu okuduğunuz mısraların hiçbir tanesinin tefilesi doğru düzgün değildir. Bu yüzden musikisi olmayan ölgün ve ruhsuz mısraların duygulanım oluşturabilmesi olanaklı mı acaba? Osmanlı dönemi tarih için bir kayıptır diye düşünmek zorunda kalmışımdır. Sanki dilin omurgasını, sözcüklerin doğal fonetiğini yok etmek Osmanlıca yazınların biricik amacı olmuştur. Mesela Sultan Süleyman, Yavuz Selim, Fuzuli , ... Farsça yazdıklarında içeriği bir yana bırakırsak, hepsinin yazdıklarının dışsal görüntüsü yerinde ve güzel. Şiirin de ilk ödevi anlam üretmek değil, güzellik üretmektir. Şiirin dış mimarisi herkesin olsa da, iç mimarisi özel ve şairin. Bir saray ve ya ev gibi. Evin dış mimarisinin güzelliği dışarıdan onu gören herkesindir, iç bezeği onun içinde yaşayanlarındır. Bu yüzden dış mimari ve ya dış güzellik çoğunluğundur. Osmanlı "şiir!"lerinin dış mimarisi sevimsizdir. Ölçü, musiki, redif ve kafiyeler bozuk. Sanki bilerekten dilimizi bu yolla komik duruma sokmak istemişler.

Yıllar boyu ömrümü Osmanlıca örütleri (metinleri), özellikle "şiir"leri irdelemeye adadım. Fuzulinin, Nesiminin, Bakinin, Guvahinin, ... yazdıklarının çoğu ezberimdedir. Ama hep şaşırıp kaldığım bir konu olmuştur. Neden bunlar dilimizi mahfetmişler? Neden Farsçaya gösterdikleri titizliği Türkçeye göstermemişler acaba, diye kara kara düşünmüşümdür. Tabii sebebini büyük ölçüde buldum. Osmanlı dönemi sosyopsikolojisi günümüz İrandaki Türklerin sosyopsikolojisi ile örtüşmektedir. Bu açıdan Ziya Gökalpin "Osmanlı bir şuubi İran devletiydi" söylemesi çok doğru bir saptamadır. Günümüz İranındaki Türkler Farsça eğitim alıp arada aynen Osmanlılarda olduğu gibi guya Türkçe "gazel" falan yazarlar. Halbuki, o yazmalarıyla, o Farsça düşünüp ve Farsça aruz ölçüsünde yazmalarıyla aynen Osmanlılar gibi Türkçenin katline ferman vermiş oluyorlar. Hiçbir estetik dilsel ve şiirsel değeri olmuyor. Neden biliyor musunuz? Çünkü her dilin kendisine özgü bir musikisi vardır. Şiirin kimyası olan ve Hindistandan alınan aruz ölçüsü hiçbir dile Türkçeye olduğu denli yatkın ve uyumlu değildir. Aruz sanatı sanki yalnızca ve sadece olarak Hindistan Eşramlarında (Hint akademiyalarında) Türkçe için tertip edilmiş bir tekniktir. Çoğu insnalar aruzun araplardan alındığını düşünürler. Araplarda şehir hayatı olmamıştır. Aruz vedaların, upanişadların, Bhagvad Gitanın, Hint şiir ve musiki sanatının ritmidir, biçims ve dış ölçüdür. Bu ölçünün içinde dalgalanır duygular ve düşünceler. Upanişadların muskisi, ritmi ve grameri irdelendiğinde Yaska, Panini ve Şankıra gibi dilciler tarafından keşfedilip formulize, disiplinize edilmiştir. Tabii bu konuda aruz sanatı ve tekniğini Hindistandan alıp arap şiirine uygunlaştıran Halil Ferahidi "Kitab-ul aruz" ve bilge Ebureyahn Biruni "تحقیق فی مال الهند" yapıtında ayrıntılı bilgi vermişler. Şöyle açıklamak isterim. Osmanlıda arapça şiir yazan yok. Aynen İrandaki günümüz Türkler gibi. Şu anki İranda olduğu gibi Osmanlıda da eğitim dili Farsça olmuştur. Farsçayı 1929 yılında Atatürkün fermanı üzerine müfredattan çıkardılar. Dolayısıyla Farsça eğitim alan, Farsça söz dağarcıkları varsıl olan Osmanlı devşirmeleri Fars dilli okur kitlesi olmadığından Farsça yazmamış, Farsça aruz ve şiirsel algı üzerine yapay bir dilde, yani Osmanlıcada yazmışlar. Bu yüzden hiçbir edebi ve bedii değeri yok. Fuzulinin bir gazelinde bile aruz ölçüsü doğruca yerinde değildir. Şiirin ölçüsü ve musikisi berkarar olsun diye, Türkçe sözcükleri Farsçada olduğu gibi uzatmak mecburiyetinde kalmışlar. Bunun adına da imale demişler! Özellikle Fars dilinde ünlüyle başlayan söz olmadığından ünlüyle başlayan Türkçe sözcüklerin hepsine imale uygulamışlar.Yani ünlü harfleri sözün evvelinde ise 3 kere (mesela a yerine, aaa), sözün ortasında ve sonundaysa 2 kere (a yerine aa) uzatmışlar.  Çok üzücüdür doğrusu. İlk kez bu sorun üzerine Karahanlı döneminde bilimsel olarak düşünmüşler. Kutatku bilik´in Türkçe aruz üzerine yazılmasına çalışmışlar. Türkçe yapıtlarda en az imale uygulanan yapıt Kutatku bilik. Çok ilginç ki, ilerilerde bu ilke devam etmemiş, geliştirilmek yerine, tamamen unutulmuş, bozulmuştur. Bütün Osmanlıda bir tane Yusif Has Hacib gibi sanat bilgini, aruz uzmanı ve bu uzmanlığı Türkçeye uygulayan kişi yetişmemiştir. Selcukludan ise hiçbir şey kalmamıştır! Farsçanın fonetik yapısına göre Türkçeyi kullanan yapay ve sahte “seçkin”ler katmanı oluşmuş ve bu seçikler Türkçeyi seçik ve bütün devirlerde görünecek biçimde darbelemişler. Şimdi burada sizin konuşmanızı dinlerken kağıtın üzerinden okumanız, dinleyicilerin de hiçbir şey anlamamaları, şiir okunurken yüzlerinde duygusal tepkinin uyanmamasının nedeni bu olsa gerek diye düşünüyorum. Lütfen, arada sözlerimin eleştirel tadı incitici olursa bağışlarsınız. Halbuki, imaleye yol vermeyen, 1200 yıl önce yazılmış Fars şiirleri çok kolay okunuyor. Neden? Çünkü dilin musikisi yerindedir de o yüzden. Şiirden fazla bir şey anlamaya gerek yok, şiir zevk, haz, dans ve musiki duygusu oluşturarak kavrayışı kolaylaştırmalıdır. Bütün Osmanlıdan biricik şiirle karşılaşmadım. Hiçbir şey yok. Bu aşağılık kompleksinin sebebi ne olmuş acaba? Doğrudur, Yavuzun Selim ve S. Süleyman gibi Farsça yazan şairlerin şiirlerinin çoğu Fars şairlerinden iktibastır, ama yine de dışal dengeye, yani tefilenin doğruluğuna dikkat etmişler. Aslında bu şiirleri de sultanların kendilerinin yazdıkları belirsiz. Çünkü o devirde şahın şair olmaması eksiklik sayıldığından, yazamayanlar da başkalarına yazdırtıp kendi adına çıkarabiliyordu. Çünkü günümüzdeki medya görevini o devirlerde şiir üslenmiş oluyordu. Tefilesi doğruca olmayan bir şiir nasıl ezberlenebilir? Beyni söker, aklın işlevselliğini, duyguların odaklanmasını zorlaştırır. Tüm Osmanlıca yazılan "şiir"lerin hepsi insan doğasına karşı bir saldırı nesneleri sanki!!! Halbuki, ortalıkta dolaşan "Fars dili şiir dilidir" lafı tamamen bir yalan. Türkçe Farsçadan daha tutarlı biçimde şiir dilidir, yalnız bu gerçeğin bilincinde olacak Türkçenin olgunlaşmış seçkinleri olmamıştır. Saray buna izin vermemiştir. Çok üzücüdür doğrusu. Seçkinler kendileri de bu yalana iman etmişler. Gerçekte ise ne Arapça, ne de Farsça Türkçe denli aruz kimyasına yatkındırlar. Yalnız bu yatkınlık ne Osmanlıda, ne Safevi muhitinde özemsenmiştir. Şiirde kusur sayılan ölçü kırıklığıdır, anlam eksikliği değildir. 16. YY şairi olan Kınalızade Ali her halde aruz ölçüsünde yazmak istemiştir! Ama bunlar mesnevi şeklinde ise, kafiyeler nerede. Değilse, sadece öğütse ve şiirsel değeri yoksa, neden sözcükler sanki şiirmiş gibi dizilmişler acaba? Şimdi burada okuduğunuz mısraların aruz tefilesini yazacağım:

Adldir mucib-i salah-ı cihan (Feulen feulen feulen feel)

Cihan bir baağidir divarı devlet (Mefailun mefailun feuulun)

Dikkat ederseniz, ölçü nasıl birbirine girdi!!!

Devletin nâzımı şeriattır (bununsa tefilesi bile yok, ölçüsüz)

Şeriata olamaz hiç haris illa mülk (tefilesi yok)

Mülk zabt eylemez illa leşker (ölçüsüz)

Leşkeri cem idemez illa mal (ölçüsüz)

Malı cem eyleyen raiyyettir (ölçüsüz)

Raiyyeti kul ider padişah-ı âleme adl (ölçüsüz)

İşte sözcüklerin şiirsel dokusu bozuk, şiirsel esintiden yoksun. Antik Yunancayı okumak bundan daha kolay. Kimse bunu anlamaz, anlayamaz.

Aydınlatıcı ve içerikli konuşmanız için sağ olasınız- saygılar.

 

Hiç yorum yok: