burada kağıta bakarak okuduğunuz ve "mısra"lar
olarak nitelediğiniz, anlaşılan Osmanlıca "şiir"dir. Peki bunun
kafiyesi, redifi, ölçüsü nerede? Bir aruz uzmanı olarak bir türlü bunun
ölçüsünü, tefilesini çıkaramadım. Şiir ezberden okunarak oraya toplanmış o
denli kalabalığı coşturmalıdır, mimiklerini değiştirmeli, böylece şiir olduğu
belli olmalı ve şiirin ölçüsü içinde dans eden sözcükler dinleyicinin duygu ve
düşlerini devindirmeli, haz yaşatmalı. Ezber okunan şiiri açıklamak
kendiliğinden tevilcinin düşünce bulaklarının gözünü açar. Eski çağların
beyinlerinde dolaşan düşlerle, anlayışlarla nasıl iletişime geçebiliriz? Bunun
biricik yolu dil değil midir. Çağlar ve beyinler arası ilişkiler dil yoluyla
kurulmuyor mu? Dilin güzellik çağrıştıran estetik katmanları aracılığıyla. Bu
okuduğunuz mısraların hiçbir tanesinin tefilesi doğru düzgün değildir. Bu
yüzden musikisi olmayan ölgün ve ruhsuz mısraların duygulanım oluşturabilmesi
olanaklı mı acaba? Osmanlı dönemi tarih için bir kayıptır diye düşünmek zorunda
kalmışımdır. Sanki dilin omurgasını, sözcüklerin doğal fonetiğini yok etmek
Osmanlıca yazınların biricik amacı olmuştur. Mesela Sultan Süleyman, Yavuz
Selim, Fuzuli , ... Farsça yazdıklarında içeriği bir yana bırakırsak, hepsinin
yazdıklarının dışsal görüntüsü yerinde ve güzel. Şiirin de ilk ödevi anlam
üretmek değil, güzellik üretmektir. Şiirin dış mimarisi herkesin olsa da, iç
mimarisi özel ve şairin. Bir saray ve ya ev gibi. Evin dış mimarisinin
güzelliği dışarıdan onu gören herkesindir, iç bezeği onun içinde
yaşayanlarındır. Bu yüzden dış mimari ve ya dış güzellik çoğunluğundur. Osmanlı
"şiir!"lerinin dış mimarisi sevimsizdir. Ölçü, musiki, redif ve
kafiyeler bozuk. Sanki bilerekten dilimizi bu yolla komik duruma sokmak istemişler.
Yıllar boyu ömrümü Osmanlıca örütleri (metinleri),
özellikle "şiir"leri irdelemeye adadım. Fuzulinin, Nesiminin,
Bakinin, Guvahinin, ... yazdıklarının çoğu ezberimdedir. Ama hep şaşırıp
kaldığım bir konu olmuştur. Neden bunlar dilimizi mahfetmişler? Neden Farsçaya
gösterdikleri titizliği Türkçeye göstermemişler acaba, diye kara kara
düşünmüşümdür. Tabii sebebini büyük ölçüde buldum. Osmanlı dönemi
sosyopsikolojisi günümüz İrandaki Türklerin sosyopsikolojisi ile örtüşmektedir.
Bu açıdan Ziya Gökalpin "Osmanlı bir şuubi İran devletiydi" söylemesi
çok doğru bir saptamadır. Günümüz İranındaki Türkler Farsça eğitim alıp arada
aynen Osmanlılarda olduğu gibi guya Türkçe "gazel" falan yazarlar.
Halbuki, o yazmalarıyla, o Farsça düşünüp ve Farsça aruz ölçüsünde yazmalarıyla
aynen Osmanlılar gibi Türkçenin katline ferman vermiş oluyorlar. Hiçbir estetik
dilsel ve şiirsel değeri olmuyor. Neden biliyor musunuz? Çünkü her dilin
kendisine özgü bir musikisi vardır. Şiirin kimyası olan ve Hindistandan alınan
aruz ölçüsü hiçbir dile Türkçeye olduğu denli yatkın ve uyumlu değildir. Aruz
sanatı sanki yalnızca ve sadece olarak Hindistan Eşramlarında (Hint
akademiyalarında) Türkçe için tertip edilmiş bir tekniktir. Çoğu insnalar
aruzun araplardan alındığını düşünürler. Araplarda şehir hayatı olmamıştır.
Aruz vedaların, upanişadların, Bhagvad Gitanın, Hint şiir ve musiki sanatının
ritmidir, biçims ve dış ölçüdür. Bu ölçünün içinde dalgalanır duygular ve
düşünceler. Upanişadların muskisi, ritmi ve grameri irdelendiğinde Yaska,
Panini ve Şankıra gibi dilciler tarafından keşfedilip formulize, disiplinize
edilmiştir. Tabii bu konuda aruz sanatı ve tekniğini Hindistandan alıp arap
şiirine uygunlaştıran Halil Ferahidi "Kitab-ul aruz" ve bilge
Ebureyahn Biruni "تحقیق فی مال الهند" yapıtında ayrıntılı bilgi vermişler.
Şöyle açıklamak isterim. Osmanlıda arapça şiir yazan yok. Aynen İrandaki
günümüz Türkler gibi. Şu anki İranda olduğu gibi Osmanlıda da eğitim dili
Farsça olmuştur. Farsçayı 1929 yılında Atatürkün fermanı üzerine müfredattan çıkardılar.
Dolayısıyla Farsça eğitim alan, Farsça söz dağarcıkları varsıl olan Osmanlı
devşirmeleri Fars dilli okur kitlesi olmadığından Farsça yazmamış, Farsça aruz
ve şiirsel algı üzerine yapay bir dilde, yani Osmanlıcada yazmışlar. Bu yüzden
hiçbir edebi ve bedii değeri yok. Fuzulinin bir gazelinde bile aruz ölçüsü doğruca
yerinde değildir. Şiirin ölçüsü ve musikisi berkarar olsun diye, Türkçe
sözcükleri Farsçada olduğu gibi uzatmak mecburiyetinde kalmışlar. Bunun adına
da imale demişler! Özellikle Fars dilinde ünlüyle başlayan söz olmadığından
ünlüyle başlayan Türkçe sözcüklerin hepsine imale uygulamışlar.Yani ünlü
harfleri sözün evvelinde ise 3 kere (mesela a yerine, aaa), sözün ortasında ve
sonundaysa 2 kere (a yerine aa) uzatmışlar.
Çok üzücüdür doğrusu. İlk kez bu sorun üzerine Karahanlı döneminde
bilimsel olarak düşünmüşler. Kutatku bilik´in Türkçe aruz üzerine yazılmasına
çalışmışlar. Türkçe yapıtlarda en az imale uygulanan yapıt Kutatku bilik. Çok
ilginç ki, ilerilerde bu ilke devam etmemiş, geliştirilmek yerine, tamamen
unutulmuş, bozulmuştur. Bütün Osmanlıda bir tane Yusif Has Hacib gibi sanat
bilgini, aruz uzmanı ve bu uzmanlığı Türkçeye uygulayan kişi yetişmemiştir.
Selcukludan ise hiçbir şey kalmamıştır! Farsçanın fonetik yapısına göre Türkçeyi
kullanan yapay ve sahte “seçkin”ler katmanı oluşmuş ve bu seçikler Türkçeyi
seçik ve bütün devirlerde görünecek biçimde darbelemişler. Şimdi burada sizin
konuşmanızı dinlerken kağıtın üzerinden okumanız, dinleyicilerin de hiçbir şey
anlamamaları, şiir okunurken yüzlerinde duygusal tepkinin uyanmamasının nedeni
bu olsa gerek diye düşünüyorum. Lütfen, arada sözlerimin eleştirel tadı
incitici olursa bağışlarsınız. Halbuki, imaleye yol vermeyen, 1200 yıl önce
yazılmış Fars şiirleri çok kolay okunuyor. Neden? Çünkü dilin musikisi
yerindedir de o yüzden. Şiirden fazla bir şey anlamaya gerek yok, şiir zevk,
haz, dans ve musiki duygusu oluşturarak kavrayışı kolaylaştırmalıdır. Bütün
Osmanlıdan biricik şiirle karşılaşmadım. Hiçbir şey yok. Bu aşağılık kompleksinin
sebebi ne olmuş acaba? Doğrudur, Yavuzun Selim ve S. Süleyman gibi Farsça yazan
şairlerin şiirlerinin çoğu Fars şairlerinden iktibastır, ama yine de dışal
dengeye, yani tefilenin doğruluğuna dikkat etmişler. Aslında bu şiirleri de
sultanların kendilerinin yazdıkları belirsiz. Çünkü o devirde şahın şair
olmaması eksiklik sayıldığından, yazamayanlar da başkalarına yazdırtıp kendi
adına çıkarabiliyordu. Çünkü günümüzdeki medya görevini o devirlerde şiir
üslenmiş oluyordu. Tefilesi doğruca olmayan bir şiir nasıl ezberlenebilir?
Beyni söker, aklın işlevselliğini, duyguların odaklanmasını zorlaştırır. Tüm
Osmanlıca yazılan "şiir"lerin hepsi insan doğasına karşı bir saldırı
nesneleri sanki!!! Halbuki, ortalıkta dolaşan "Fars dili şiir dilidir"
lafı tamamen bir yalan. Türkçe Farsçadan daha tutarlı biçimde şiir dilidir,
yalnız bu gerçeğin bilincinde olacak Türkçenin olgunlaşmış seçkinleri
olmamıştır. Saray buna izin vermemiştir. Çok üzücüdür doğrusu. Seçkinler
kendileri de bu yalana iman etmişler. Gerçekte ise ne Arapça, ne de Farsça
Türkçe denli aruz kimyasına yatkındırlar. Yalnız bu yatkınlık ne Osmanlıda, ne
Safevi muhitinde özemsenmiştir. Şiirde kusur sayılan ölçü kırıklığıdır, anlam
eksikliği değildir. 16. YY şairi olan Kınalızade Ali her halde aruz ölçüsünde
yazmak istemiştir! Ama bunlar mesnevi şeklinde ise, kafiyeler nerede. Değilse,
sadece öğütse ve şiirsel değeri yoksa, neden sözcükler sanki şiirmiş gibi
dizilmişler acaba? Şimdi burada okuduğunuz mısraların aruz tefilesini
yazacağım:
Adldir mucib-i salah-ı cihan (Feulen feulen feulen feel)
Cihan bir baağidir divarı devlet (Mefailun mefailun
feuulun)
Dikkat ederseniz, ölçü nasıl birbirine girdi!!!
Devletin nâzımı şeriattır (bununsa tefilesi bile yok,
ölçüsüz)
Şeriata olamaz hiç haris illa mülk (tefilesi yok)
Mülk zabt eylemez illa leşker (ölçüsüz)
Leşkeri cem idemez illa mal (ölçüsüz)
Malı cem eyleyen raiyyettir (ölçüsüz)
Raiyyeti kul ider padişah-ı âleme adl (ölçüsüz)
İşte sözcüklerin şiirsel dokusu bozuk, şiirsel esintiden
yoksun. Antik Yunancayı okumak bundan daha kolay. Kimse bunu anlamaz,
anlayamaz.
Aydınlatıcı ve içerikli konuşmanız için sağ olasınız-
saygılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder